Düşmanına nasıl muamele etmelisin?
"Düşmanına" der bilge bir Çinli, "O kazandığında sana nasıl muamele etmesini istiyorsan öyle muamele etmelisin."
Kur'an da oldukça kesin hatlar çizer ve bizden eğer iman ediyorsak düşmanlarımıza olan kinimizin bizi adaletten ayırmaması gerektiğini söyler. Bunun doğal neticesi ya kendisi ya zıddıdır. İnanıyorsak adalet ederiz ve inanmıyorsak zulmederiz.
15 Temmuz öncesinden başlamak üzere ülkemizin bir delilik sürecinden geçtiği kesin ve 15 Temmuz aslında bu delilik günlerinin neticesi olarak doğdu. PKK; ne kadar 1980'li yıllarda uygulanan politikalarla güçlendiyse, IŞİD ne kadar Irak işgalinin sonucuysa 15 Temmuz da en az o kadar ülkedeki delilik sürecinin neticesi.
Buraya kadar yazdıklarım okuyanların bir kısmını öfkelendirdi ve haliyle yazdıklarımın metin altı okumasıyla biraz da niyetleri okumak suretiyle inceden inceye hükümete çaktığımı düşündüler. Bunun farkındayım.
Oysa tam aksini söylüyorum.
17 - 25 Aralık öncesinin "Gülen Cemaati", 17 - 25 Aralık sonrasının "Paralel Devlet Yapılanması" ve dahi 15 Temmuz sonrasının "Fetullahçı Terör Örgütü" 40 yıl boyunca vaaz ettiği değerlerin neredeyse hepsinin "kağıt üstünde söylenenler" olduğunu ortaya koydu. Düşmanına yaptığı muamele ile esasında IŞİD'den farklı olmadığını gösterdi ve görünen zararların yanında Türkiye'deki Müslümanlara pek çok görünmeyen zarar verdi.
Basit bir denklemden söz ediyoruz.
Küçük çocuklara Kur'an eğitimi veren ve hiçbir cemaatle bağlantısı olmayan küçük bir mahalle derneğinde hizmet etmeye çalışan birkaç arkadaşımla birlikteydik ve ciddi ciddi üç saat boyunca dertlerini dinledim. 12 - 18 yaş arası gençlere eğitim vermeye çalışan dernek 15 Temmuz'dan beri ciddi bir krizde. Esnaf, "Aman bu cemaat filan işleri çok karışık. Bu işlere bulaşmayalım" diyerek yardım etmekten kaçıyor. Aileler "İleride çocuklarımızın başı derdi girmesin... Aman ne olur ne olmaz..." kaygısıyla çocuklarını derneğe göndermek istemiyor. Derneğin programlarına düzenli olarak katılan komşulardan bir kısmı hassas dönemden ötürü şimdilik derneğin kapısından girmemeyi tercih ediyor.
Çünkü, 40 yıldır sevgiden, hoşgörüden ve benzeri ılımlı bir takım değerlerden bahseden cemaat...
Ailelerin, "Aman çocuklarımız aşırılara karışmadan dinini diyanetini öğrensin..." dediği cemaat...
Esnafların, "Yahu 120 memlekette çocuklara Türkçe öğretiyorlar" deyip adeta şirketine ortak ettiği cemaat...
15 Temmuz gecesi, toplumun güven duygusunu tanklarla, uçaklarla ve helikopterlerle hedef aldı. Daha da ötesi bunu basit bir düşmanlığın neticesi olarak yaptı. Bir lideri devirebilmek için bütün gücünü masanın üzerine koydu ki hepimiz gavura karşı bu kadar şiddetli olamayacaklarından eminiz.
Türkiye ve İsrail arasında bir savaş çıksa uçaklarla bir tane İsrail askerini vurmaya cesaret edemeyecek olan karakterdeki askerler, ilginç bir cesaret ve motivasyonla Cumhurbaşkanlığı Küliyesi'ni vurdular. Haliyle halk basit düşünmeyi tercih etti. Bunu yapanlar, şu ya da bu okuldan değil kendisine dini referanslarla yol açan bir cemaatten yetişti. Bir başka cemaatin de kırk yıl sonra aynı şeyi yapmayacağından emin olamayacaklarına göre cemaatlere verdikleri kredinin bir kısmını geri almayı tercih etti.
Üzerine uzun uzun düşünmemiz gerekiyor.
Meseleyi anlamak kolay fakat bu düşmanımıza nasıl davranacağımıza karar verirken özellikle derin hesaplar yapmamız gerekiyor.
Ergenekon sürecinde topluma pompalanan nefretin bakiyeleri hala silinebilmiş değil.
28 Şubat sürecinde yaşanan deprem hala toplumun en az yüzde yirmisinin üzerinde tesirli.
Hala 12 Eylül sürecinde kaybolan insanların cesetlerini arıyoruz. 1990'lı yılların ilk yarısında yok edilen insanlar ise çoktan unutuldu.
Şimdi duralım ve tekrar soralım: Eğer düşman savaşı kazansaydı bize nasıl muamele etmesini isterdik?
Cemaatin sormadığı ve bugün sormamasının bedelini ağır şekilde ödediği soru budur. Haliyle düşmanlarıyla savaşan herkesin sorması gereken temel soruya da hoşgeldiniz.
YORUM YAZ