Yeni bir tür laiklik

2002'den bu yana itildiğimiz yeni İslamcılık konsepti şu: Devlet İslamcılara istediği zaman, istediği kadar ve istediği konularda karışabilir ancak İslamcılar devlete karışamaz. Yeni ve bir o kadar iddialı bu yeni yönetim modeli aslında 1923'te tesis edilen ve 27 Mayıs darbesinin ardından yeni cesedine bürünen sistemin kendisini yeniden üretmesinden ibaret. Çok iyi bildiğimiz, baş başa kaldığımızda kendi aramızda konuştuğumuz, bir parçasını ifade ettiğimiz ancak bütününü nasıl tanımlayacağımızı bir türlü bilemediğimiz yeni durum, Müslümanlara istediklerini söyleyebilme hakkkını verme karşılığında kendi istedikleri dünyayı kurma hakkını ellerinden aldı.

Fazlasıyla teorik görünen bu tanımlama aslında oldukça pratik.

İnsan ve Medeniyet Hareketi'ne Bahariye'de bir Mevlevihane ile birlikte devlet kadrolarının bir kısmının verilmesi aslında basit bir 'iyilik' değildi. Bu iyilik, 1990'lı yıllarda Filistin tarafıyla İsrail tarafını barıştırmayı amaçlayan Oslo sürecine karşı bildiriler yazan, tavır gösteren ve Beyazıt meydanında İsrail ile uzlaşmamak için el yapımı bayrakları benzinle ateşe veren insanları ya İsrail ile müttefik olmayı savunur hale getirdi ya da İsrail ile müttefik olmanın faziletlerini anlatan bir fiili duruma karşı sessiz kalmaya mecbur etti.

Oldukça faydalı ve güzel işler yapan İnsan ve Medeniyet Hareketi'ni örnek olarak seçmem, bu yapının güzelliğini hedef almıyor elbette. Yahut tek örnek olduklarını göstermiyor. Elbette, İnsan ve Medeniyet Hareketi'nin sadece kendisine tahsis edilen bir Mevlevihane karşılığında bir devlet aygıtı haline geldiğini de söylemiyorum. Arkasında olan biten eşyanın tabiatı gereğince çok daha karmaşık ancak insan aklının bir garabeti kabul edin bunu; karmaşık süreçleri anlatmanın en iyi yolu sembolleri kullanmaktır. Eğer yazıyorsanız sembollerin esiri dahi kabul edilebilirsiniz.

Konumuz şu: Sadece Rahmet grubu değil, eski hassasiyetlerini biraz da sorunlu bir şekilde koruyan küçük gruplar haricinde 1990'lı yıllarda devleti topyekün ıslah etmeyi amaçlayan ve 'işbirlikçi' dedikleri dış politikayı bu talebin merkezine koyan İslamcılık, bugün bir yönüyle sistemin yedek lastiği olma özelliğini dahi kaybetti.

28 Şubat'tan sonra daha sıkı şekilde vurgulanan ancak 12 Eylül sonrası bize söylenen şuydu: İmam-hatipler açık, vakıflar kurun, yurtlar açın, çocukları ahlaklı yetiştirin ama devleti yönetme işine karışmayın. Çünkü din vicdani bir konudur ve kulla Allah arasındadır. Devlete karışmadıktan sonra ne isterseniz yapın.

28 Şubat'a neden olan süreçte bizim söylediğimiz ise basitçe şuydu: İslam, bir hayat dinidir. Sadece evlere, camilere, yurtlara ve kurslara hapsedilemez. Bu dinin bir pratiği, bir şeriatı ve dolayısıyla bir ideal evreni var. Biz bu ideal evrenin peşindeyiz. İslami sistemi kurana kadar durmayacağız.

Hatta bu iradenin en cesur ifadesi meydanlarda kendisini gösteriyordu ve ifadesi tam olarak şuydu: Laik devlet, yıkılacak elbet.

Devleti topyekun tahrip etmeyi istemek, yönetimi adil hale getirmeden sistemi tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak ne kadar sağlıklı sorunsalı ayrıca tartışılmalı. İslamcılık da dahil modern dünyada var olmaya çalışan ve hükmetme projesi olan bütün ideolojiler bu anlamda ütopik düzlemde kaldılarsa bunun sebebi, var olmasını istedikleri ideal ülkenin yanlışlığından daha çok tuttukları yolun uçukluğundan kaynaklandı.

Ancak başta bulunulan çizgi ile bugün gelinen çizgi arasında sadece yirmi küsur yıl varken Türkiye İslamcılığı, İsrail gibi en temel meselesinde dahi devletin çizdiği sınırların mahkumu haline gelmişse burada başka ve daha temel bir mesele var demektir.

AK Parti'yi İslamcılığın ürettiği bir hükümet etme tarzı zannetmekle ilintili bir mesele bu. Devletin ürettiği, devletin desteklediği ve devleti büyüten AK Parti, İslamcılığı devletin yedek aygıtı olmaktan çıkarıp kendi yedek aygıtı haline getirdi. Ki bu yukarıda da bahsettiğim üzere gayet karmaşık bir durum.

Çok değil, otuz yıl önce Türkiye'de ne olursa olsun İslamcılık ayakta kalma iradesine ve potansiyeline sahipti. Ancak AK Parti'nin geldiği noktada - bunu olumlu ya da olumsuz anlamda tavsif etmiyorum- İslamcılık kaderini AK Parti ile hatta Erdoğan ile eşitlemiş durumda. Merhum Erbakan Hoca'nın başbakanlığı dahil bütün hükümetlerde, hükümet bütün varlığıyla düşse dahi İslamcılık iddialarıyla ve ufkuyla var olmaya devam etti. Hatta 28 Şubat süreci İslami örgütleri zayıflatsa da Türkiye'de İslamcılığı ve İslami hareketin toplumsallaşmasını hızlandırdı. Fakat bu kez iş çok daha ciddi. Erdoğan'ın kurguladığı yeni devlet düzeni bir yerinde sekteye uğrarsa hepimiz, hatta cami cemaatinin bir kısmı dahi sekteye uğramış olacak.

Bu sebepler manzumesi ise bütün İslamcıları şu noktaya getirdi: Devlet, İsrail ile de barışır. Müttefik bile olur. Sivil toplum kuruluşları İslami gelenekten dahi gelseler buna rıza göstermeli ve devlete akıl vermeye kalkmamalıdır. Hatta herkes haddini, yerini bilmeli. Kimse konuşmamalı.

Çünkü hepimiz biliyoruz ki geleceğimizi kendi şahsiyetine sabitlediğimiz Cumhurbaşkanı Erdoğan denklemin dışına çıkarsa Almanya yenilince yenilmiş sayılan Osmanlı gibi biz de yenileceğiz. Hatta Almanya neredeyse hiç toprak kaybetmezken Sevr'in muhatabı olan Osmanlı misali asıl faturayı da biz ödeyeceğiz. Bütün bu nedenlerden ötürü sivil toplum kuruluşlarının susması bize mantıklı geliyor.

Yani dinin devlet işlerine karışmadığı bir ülkede, dinin devlet işlerine karışmasını isterken bırakın dinin kendisini dinin bir kısmını kendisince ikame etmeye çalışan sivil toplum kuruluşlarının dahi ağzını açtığı anda sopayı sırtına yediği yeni bir tür laiklik ile karşı karşıyız.

Bu laiklik öncekinden daha keskin ve kesin olsa da başörtülü öğrenciler üniversiteye girebildiği, Lady Leyla gemisi Aşdod limanına yanaşabildiği, Kur'an kursları açılabildiği, yurtlar yapılabildiği, devlet kadroları İslamcılarla doldurulduğu, Fethullah Gülen ABD'deki malikanesine hapsedildiği ve dahi ihalelerin ekseriyeti belirli bir eksene hasredildiği için susmak daha hayırlı.

Evet, mesele İnsan ve Medeniyet Hareketi'ne verilen bir Mevlevihane değil.

Ömrü uzun olsun, Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan'dan sonra İslamcılar ne yapacaklarını düşünseler iyi olacak.

Erdoğan, bize; eksiksiz şekilde hepimize yapabileceği kadar iyilik yaptı. O kendisince doğru olanı yapıp bitirdikten sonra biz ne yapacağız? Bugün bütün dehşetiyle cevap bulmamız gereken soru budur. Çünkü varlığından düçar olduğumuz laiklik dün devleti yönetme iddiamıza karşılık başımızı yerken bugün aynı devletin bir uygulamasını eleştiren bir sivil toplum kuruluşunun dahi söz hakkının tartışıldığı bir noktadayız.

Yeri gelmişken, Türkiye'nin meselesini en iyi anlayan ancak en yanlış adam, İsmet Özel şöyle diyor: Türkiye'deki dahili harbin bir kanadında İslam'a olan düşmanlıklarını gizleyen İslam düşmanları, diğer kanadında ise İslam'a olan düşmanlıklarını gizlemeyen İslam düşmanları var.

Sırf Erdoğan'ın uhdesinde topladığı güçten ötürü düşmanlığını gizleyenler ile zaten düşman olanların gücü, Erdoğan'dan sonra yeniden ittifak ettiğinde ne yapacağız?

Buyurun size deliye her gün bayram ettirecek soru

islamcılar, laiklik, devlet

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YORUM YAZ